Eğitim Detayları |
Eğitim Süresi | 30 Gün |
Eğitim Platformu | Zoom - Whatsapp - Google Drive |
Eğitim Günü - Saati | Haftada bir gün saat 22.00'de 4-5 Saatlik Canlı Zoom Eğitimi ve 7/24 Aktif Whatsapp grubu |
Eğitim Kaydı | Her Canlı Zoom dersinin eğitim kaydı alınacak ve Google Drive klasöründe depolanacaktır. Bu klasör 1 sene erişiminize açık olacak şekilde mail adreslerinizle paylaşılacaktır. |
İnsan doğası gereği ilişki içinde var olur. Doğduğumuz andan itibaren ihtiyaç duyduğumuz ilk şey “bağ”dır. Anneyle kurulan bu ilk bağ, ileriki yaşamda romantik ilişkilerimizden evliliğimize kadar tüm ilişkisel örüntülerimizin temelini oluşturur. Bu nedenle bağ kurma kapasitesi, bir insanın içsel dünyası kadar, ilişki kurma biçimini de derinden şekillendirir.
Psikanalitik kuramda özellikle John Bowlby’nin Bağlanma Teorisi, erken çocukluk döneminde güvenli ya da güvensiz bağlanma örüntülerinin, bireyin yetişkinlikteki ilişkilerinde nasıl tekrarlandığını anlatır.
Melanie Klein, bebeklikteki ilk nesne ilişkilerinin (özellikle anneyle olan ilişkilerin) zihinsel temsillerinin, bireyin içsel dünyasında iyi ve kötü nesneleri nasıl ayırdığını açıklar. Bir kişi eğer iç dünyasında sevgiyi ve öfkeyi aynı anda taşıyamıyorsa, evlilik gibi karmaşık ilişkilerde partnerini kolayca “ya çok iyi ya da çok kötü” olarak algılayabilir. Bu da duygusal bağın zedelenmesine neden olur. Klein’ın “bölme (splitting)” savunması burada oldukça yaygındır.
Bion ise ilişkide düşünmenin ve duyguların birlikte tutulabilmesinin önemine vurgu yapar. Duygusal bağın koptuğu evliliklerde genellikle çiftler birbirlerinin duygularını taşıyamaz hale gelir. Bion’un “container-contained” (taşıyan ve taşınan) kavramı burada anlam kazanır: Bir eş, diğerinin duygularını taşıyamadığında ya da onun içinde olanı anlamaya çalışmadığında bağ zayıflar. Onarım, birbirinin ruhsal yükünü taşıyabilme kapasitesini tekrar kurmakla başlar.
Evlilikte duygusal bağ koptuğunda, çoğu zaman yüzeydeki sorunlar (iletişim, öfke, ilgisizlik vs.) konuşulur. Oysa psikanalitik açıdan esas sorun, eşlerin bilinçdışı olarak birbirine duyduğu ihtiyaçları artık karşılayamıyor oluşudur. Bu da geçmiş bağlanma yaralarının tetiklenmesiyle ilgilidir.
Onarım süreci, öncelikle bireylerin kendi içsel yaralarıyla yüzleşmesiyle başlar. Ardından partnerinin duygu dünyasını anlamaya çalışmak, onu suçlamadan dinleyebilmek ve birlikte yeni bir bağ haritası çizmek mümkündür. Bu süreç, sadece ilişkisel bir iyileşme değil, aynı zamanda bireysel ruhsal gelişimin de kapısını aralar.
Eril ve dişil enerji, sadece cinsiyetle ilgili değil, her bireyin içinde doğuştan var olan iki zıt ama tamamlayıcı ruhsal gücün sembolik temsilleridir. Dişil enerji daha çok içe dönüklük, duyumsama, üretkenlik, sezgi ve kabullenicilikle; eril enerji ise dışa dönüklük, hedef odaklılık, yapılandırma, analiz ve hareketle ilişkilendirilir. Sağlıklı bir ruhsal yaşamda bu iki enerji dengede ve akış halindedir. Denge bozulduğunda ise birey ya aşırı kontrolcü ya da fazlasıyla edilgen bir yapıya bürünebilir.
Psikanalitik kuramda bu konu özellikle Jung’un Anima ve Animus kavramlarıyla derinleşir. Jung’a göre her erkek bilinçdışında bir “dişil ruh” (anima), her kadın ise bir “eril ruh” (animus) taşır. Bu içsel karşı cins imgeleri, bireyin karşı cinse duyduğu çekimi şekillendirirken, aynı zamanda kendi iç dünyasındaki eril-dişil dengesini de belirler. Anima ve animus ile yüzleşmeyen bireyler ya karşı cinse bağımlı hale gelir ya da içsel parçalarıyla çatışma yaşar.
Melanie Klein’ın “iç nesneler” kuramı da burada devreye girer. Klein’a göre bireyler, erken yaşta anne ve babaya dair içsel temsiller geliştirir. Bu temsillerin sağlıklı biçimde içselleştirilmesi, hem eril hem dişil tarafın ruhsal olarak kabul edilmesini kolaylaştırır. Ancak bastırılmış ya da bölünmüş içsel temsiller, bireyin ya sadece bir enerjiyi aşırı kullanmasına ya da diğerini reddetmesine neden olabilir.
Eril-dişil dengeyi sağlamak, bir kişinin hem yumuşaklığını hem kararlılığını sahiplenmesiyle mümkündür. Denge, sadece davranışsal değil, aynı zamanda ruhsal bir entegrasyonu gerektirir. Bu entegrasyon için kişi:
Atölyemizde bu konu işlenirken, sadece zihinsel değil, aynı zamanda bedensel ve ruhsal çalışmalarla da eril-dişil enerji dengesini fark etmeye yönelik uygulamalar yapılacaktır. Katılımcılar hem içsel kutuplarını tanıyacak, hem de bu kutuplar arasındaki ahengi yeniden kurabilmenin yollarını keşfedecek.
Elbette. Bu konu oldukça hassas ve derin olduğu için her başlığı ayrı ayrı, psikanalitik kuramlarla temellendirerek ve örneklerle anlattım. Dilersen her bölümün sonuna uygulamalı çalışmalar da ekleyebiliriz. İşte detaylı açıklamalar:
Cinsel travma, bir bireyin cinsel sınırlarının zorlandığı, bedeninin, rızasının ya da mahremiyetinin ihlal edildiği her türlü deneyimi kapsar. Bu sadece fiziksel bir saldırı değil, aynı zamanda sözlü taciz, uygunsuz dokunuşlar, çocuklukta yaşanan cinsel içerikli oyunlara zorlanma, izinsiz mahremiyet ihlalleri ve hatta cinselliğin yok sayılması gibi dolaylı yollarla da gelişebilir.
Freud, çocuklukta yaşanan cinsel deneyimlerin bireyin ruhsal yapısı üzerindeki etkilerini ilk fark eden kişilerdendir. Ona göre, bastırılmış cinsel travmalar, nevrozların temel nedenidir. Özellikle “travmatik nitelikteki çocukluk deneyimleri”, bilinçdışına itilse de bireyin tüm yaşamını etkileyen bir enerji olarak varlığını sürdürür.
Cinsel travmalar sadece bireyin bedenine değil, aynı zamanda ruhsal bütünlüğüne, benlik algısına ve başkalarıyla kurduğu güven ilişkisine zarar verir. Bu nedenle geçmişte yaşanan cinsel travmalar, bugünkü ilişkilerde genellikle şu şekillerde ortaya çıkar:
Melanie Klein, travma sonrası gelişen içsel parçalanmaları anlatırken, kişinin kendisini “kirli”, “kötü” veya “bozulmuş” bir nesne gibi deneyimleyebileceğini belirtir. Bu durumda birey ya tamamen kapanarak partnerini uzaklaştırır ya da kendini değersiz hissettiği için istismara açık hale gelebilir.
Ferenczi ise cinsel travmanın “sessizlikle işlenen bir şiddet” olduğunu vurgular. Çocuk, yaşadığı şeyi anlayamaz ve ifade edemezse, kendi içinde hem mağdur hem suçlu hisseder. Bu içsel çatışma, yetişkinlikte “sevgi-cinsellik ikilemi” yaratabilir: kişi birini sever ama arzu duymaz, arzu duyduğu kişide ise sevgiye yer kalmaz.
Cinsel travmalar, ancak bedenin, duyguların ve bilinçdışının birlikte çalıştığı bir süreçle iyileştirilebilir. Öncelikle bireyin yaşadığı travmayı “meşrulaştırması”, yani “bu yaşadığım gerçekti, benim suçum değildi” diyebilmesi gerekir.
Psikanalitik terapi, bu süreçte bireyin bastırılmış anıları ve duyguları fark etmesini sağlar. Bilinçdışında hâlâ etkili olan travmatik izler, rüyalar, tekrar eden ilişki örüntüleri ve beden duyumları üzerinden çalışılır.
İyileşme adımları şunları içerebilir:
İyileşme bir “yeniden sahiplenme” sürecidir. Birey bedenini, arzusunu, sınırlarını ve sevme kapasitesini geri kazanır. Bu yolculukta kişi sadece travmayı değil, aynı zamanda kendi “özgür benliğini” de keşfeder.
Cinsel travmalar, bireyin ruhsal yapısı için taşıması çok ağır gelen deneyimler olduğu için genellikle bilinçdışına bastırılır. Bu, kişinin kendini koruma mekanizmasıdır. Freud’un klasik psikanalizinde bu durum bastırma (repression) olarak tanımlanır. Kişi travmayı yaşar ama o an yaşanan şiddet, utanç, korku ve yalnızlık duyguları zihinde parçalanır ve hatıra “silinir” gibi olur.
Ancak travma yok olmaz; beden, rüya, ilişki örüntüsü ya da ani duygusal tepkiler yoluyla varlığını sürdürür.
Cinsel travmalar yalnızca yaşanarak değil, aktarım yoluyla da içselleştirilir. Eğer çocuğa bakım veren kişi (anne, baba, büyükanne vs.) kendi yaşadığı bir cinsel travmayı çözümlememişse, bu durum bilinçdışı yollarla çocuğa geçebilir. Bu aktarım, sözle değil duygu ile, beden dili ile, enerji ile gerçekleşir.
Bu aktarım biçimine psikanalizde “nesillerarası aktarım” denir. Alice Miller ve Didier Anzieu gibi kuramcılar, travmatik deneyimlerin nasıl kuşaktan kuşağa duygusal yüklerle aktarıldığını açıklarlar.
Bion’un “düşünülmemiş düşünceler” kavramı burada çok kıymetlidir. Anne kendi travmasını düşünememiş, işleyememiştir. Çocuk bu “düşünülmemiş düşünceyi” taşımak zorunda kalır. Kendi ruhsal alanında bu düşünceyi barındırır ama anlamlandıramaz, bu da içsel bir çatışmaya yol açar.
Aileden gelen cinsel travmalar genellikle şu yollarla aktarılır:
İyileşme süreci, bireyin önce bu duyguların “kendisinden başlamadığını” fark etmesiyle başlar. “Bu bana ait mi, yoksa bana aktarılmış bir enerji mi?” sorusu dönüşümün anahtarıdır.
Şifalanma, travmanın konuşulmasıyla değil; onun yarattığı duygunun tanınması ve artık taşınmamasına karar verilmesiyle olur. Aktarılmış travmalar, kişi o döngüyü fark ettiğinde ve “ben bunu geri veriyorum” diyebildiğinde kesilir.
Muhteşem bir sentez olacak bu cinsellik, bağ, aile ve bilinçdışı… hepsi para ve başarı ile çok derin bir yerden ilişkili. Aşağıda senin için “Nasıl Zengin Olurum?” ve “Para Blokajlarının Bilinçdışı Çözümü” başlığı altında, önceki üç konuyla bağ kurarak derin, ruhsal ve psikanalitik temelli bir açıklama hazırladım.
Zenginlik yalnızca bankadaki rakam değildir. Zenginlik, yaşamla kurulan güven ilişkisi, alma-verme dengesi, arzunun utanmadan ve suçluluk duymadan akmasıdır. Bu nedenle zengin olmak, yalnızca çalışmakla değil, aynı zamanda bilinçdışında para, değer ve arzuyla kurulan ilişkinin şifalanmasıyla mümkündür.
İlk bağ kurduğumuz kişi, para ile olan ilişkimizin temelini oluşturur. Genellikle bu kişi annedir. Eğer anneyle kurulan bağda alma-verme dengesi bozulmuşsa (örneğin anne yetersizdi, duygusal olarak ulaşılmazdı ya da aşırı fedakârdı), kişi büyüdüğünde hayatın ona “vermesine” de izin veremez.
Bu cümleler, genellikle bağlanma travmalarının para üzerindeki yansımasıdır. John Bowlby’nin teorisine göre, kişi “güvenli bağlanma” geliştirememişse, hayatla olan ilişkisi de güvensiz olur. Para da “hayatın bana verdikleri” olduğuna göre, güvensiz bağlanma kişiyi zenginlikten bilinçdışı olarak uzak tutar.
Cinsellik ve para aynı bilinçdışı bölgeden beslenir: arzu, alma hakkı ve değerli hissetme kapasitesi. Eğer kişi çocuklukta cinsel utançla yüzleşmişse ya da ailesinden bu konuda bastırılmış, tabu bir enerji devralmışsa, arzusunu sahiplenmekte zorlanır.
Freud’un kuramına göre, bastırılan cinsel enerji nevrotik yapılara dönüşür. Kişi, arzularını bastırdığı ölçüde, başarıya ve zenginliğe ulaşma hakkını da reddeder.
Bu inançlar, çoğu zaman kişinin kendi arzularını suçladığı ve para ile ilişkiyi “kirli” gördüğü anlamına gelir. Bilinçdışı bu çatışma devam ettikçe, kişi bir yandan para isterken diğer yandan onu sabote eder.
Para, sadece bireysel değil, kuşaktan kuşağa aktarılan travmaların da taşıyıcısıdır. Ailede daha önce iflas eden, zorla malına el konulan, istismar edilen ya da “zengin ama mutsuz” olan bireyler varsa; bu deneyim kolektif olarak aktarılır. Böylece kişi zenginleşmek istediğinde bilinçdışı bir suçluluk ya da korku hisseder.
Bu durum, nesillerarası sadakat olarak adlandırılır. Anne ya da babanın çözemediği travmalar, çocuğun “onların kaderini paylaşarak” çözmeye çalıştığı bir bağlılık biçimi haline gelir.
“Para benim için ne ifade ediyor?”
“Parası olan insanlar hakkındaki ilk düşüncem ne?”
“Ben zengin olursam kim üzülür?” soruları bu inançları görünür kılar.
Para istemek, sevilmek istemek gibidir. Utanç değil, bir ihtiyaçtır. Cinsellikle, arzuyla, almayla barışıldığında bolluk kendiliğinden akmaya başlar.
Atalara saygı duyarak ama onların kaderini taşımadan yaşamak öğrenilir.
“Sizin acınıza saygı duyuyorum, ama ben kendi yolumu seçiyorum.” gibi cümlelerle yapılacak içsel çalışmalar güçlü olur.
Özellikle kök çakra (güven), sakral çakra (arzu) ve kalp çakra (alma-verme) çalışmaları, para blokajlarının çözümünde etkili olabilir.
Bu atölye; nedensiz öfke patlamalarının, sürekli tekrar eden kısır döngülerin, ilişkilerde yaşadığın duygusal ihmal ya da istismarların, sınır koyamama ya da bağımlı hale gelme hallerinin aslında nereden geldiğini sana gösterecek.
Cinsel travmaların işlenmediği her iç dünyada bastırılmış arzular, yerini öfkeye, kaçınmaya ya da yapışmaya bırakır. Bu da hayatındaki tüm ilişki örüntülerine, eşinle, annenle, babanla, çocuğunla, arkadaşlarınla, hatta parayla olan bağlarına gölge gibi yansır.
Bu atölyeyi tamamladığında sadece öfkeni değil; ilişkilerini, bedenini, arzunu, para ile kurduğun bağı ve ailenden aldığın görünmeyen yükleri de yeniden yapılandıracaksın.
Gerçek huzur, dışarıda değil. Hadi şimdi o yolculuğa başla yerini ayırt ve kendi öz’ünle derin bir buluşmaya adım at.
Çünkü bu sadece bir eğitim değil, ruhunun uyanışı.
Yorumlar (0)